27 Eylül 2009

GERÇEKLİĞİNİ YARATAN EDEBİYAT


Edebiyat ya da kültür sorunlarını kavramlar ve kuramsal ilkeler temelinde irdelerken de somut yaşantılar ya da düşünüşler çevresinde dolaşabilme yatkınlığı Theodor W. Adorno'nun ayırt edici yanlarından. Böylece çok özel bir ayrıntının aslında yanı başımızda olup da göremediğimiz bir gerçekliği olduğunu göstererek yazılarını kurgular ki, eleştirinin kendine kurduğu dünya da okurun alımlama yetilerine çok yakın bir yere gelmiş olur.
Minima Moralia'daki şu sözlerine bağlanabilir bu tutumu: "Yaşamın en dolaysız hakikatini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireysel varoluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleri araştırmak zorundadır."
Nesnel olanın artık geçmişte bilinenden ve yeni kuşaklara öğretilenden bambaşka bir gerçeklik olduğu kuşkusuz. Gerçekliğin büsbütün değiştiğini gizleyen ideolojilerle aramızdaki çatışmaysa, özellikle bireyliklerin ortadan kaldırılmasına dönük yeni gerçekliği anlamayı zorunlu kılar. Adorno kültür üstüne çözümlemelerinde hep bu amaca dönük kaldığı gibi, edebiyat yazılarında da gene oraya dolaysız göndermeler yapar.
Doğrusu, Adorno okumak öteki eleştirmenleri okumaktan farklı; ister istemez sözlerinin çekici üslubuna ve o üslubu içinde çarpıcı anlamların art arda dizilişine kapılmamak kolay değil. "İndirgenmiş ve alçaltılmış öz, kendisini bir yüzeye dönüştüren büyüye karşı inatla direnmektedir." Sanki çok uzun ömürlü bir saptama gibi: dilerseniz toplumcu gerçekçiliğin değerleri ortalamada hizalayan zorunu, dilerseniz şimdiki zamanları, postmodernitenin geçmişten aldığı söze karşı horgörüsünü anlatmak için kullanabilirsiniz.
Üretime karşı durmalı
Adorno'nun sistemin dışında duruşu da onun değerini gösterir. "İnsanlar, ancak üretime karşı durarak, bu düzenin içinde büsbütün erimeyi reddederek insana daha yakışan bir dünyanın doğmasını sağlayabilir," derken, entelektüel duruşa hiç kuşku yok ki yepyeni bir anlam veriyor. Onun entelektüel kimliği sözgelimi Sartre'ın militan tutumuna benzemiyor; kendine yakın iktidarlarla alış veriş içindeki entelektüel tavır alışa da yabancı; ama iktidarla ya da bütün egemen kurumlarla alıp veremediği olan yeni bir anlayışı kuramın derin yapısında, üstelik düşüncenin yaşam alanını alabildiğine genişleten dolaylı sözün olanaklarına bağlanarak geliştiriyor.
Sanırım geçmiş içinden aldığımız nitelikli, dolayısıyla kalıcı sözü bugünümüzü aydınlatmak için kullanma alışkanlığı da soyutlamanın türevidir. Marksizmi böyle yorumladığımız için hâlâ onunla bağlarımızı koruyabiliyoruz; belki Adorno'nun üretim ve tüketim alanları arasındaki ilişki ve çatışma karşısında insanın duruş biçiminden beklediklerini de günümüzdeki iktidar düşmanı, ama iktidarı iplemeyen, küreselleşme karşıtı yığınsal hareketlerin çıkış noktalarından sayabiliriz.
Yaratıcı düşünce, alımlama ve uygulama etkinliğinin somut parçası olmayabilir, ama somut olanı anlamak ve yorumlamak için kullanılabileceği gibi, bazen kendiliğinden özdeşlikler içinde bulunur ya da o özdeşliği arar. Bu kesişmenin bulunduğu her yere bir gösterge flaması saplayabilirsiniz, sonra yürünecek yollar o göstergelere bakarak çizilecek, sonuncuyu alan onu yeni bir noktaya dikecektir.
Kendini kuruluş dönemlerine adayan edebiyat, ister batıda olsun ister doğuda, gelenekselliğin törel kalıplarından kolay kolay kurtulamaz ve pozitivizmin köreltici çekiciliğine kapılır; çekicidir, çünkü kesinkes egemen ve güçlü olacaktır; körelticidir, çünkü ister istemez iktidar kavramına sahip çıkar. Cumhuriyet'in ertesinden başlayıp 1930'larda Kemalizmin kuruluş sürecine katılan edebiyat bu bütüncü tutumuyla egemen bir anlayışa dönüşüp etkisini bugüne dek sürdürdü. Felsefi bir ayrıştırma çabası içinde, toplumun toplumsallaşmasının bireyi zayıflatıp çürüttüğünden, oysa bireyin deneyimi ile bireyler arasındaki farklılık gizilgücü ve zenginliğinin bugün eskil anlayışlara sağmayacak kadar büyük olduğundan söz eder Adorno. Bunu edebiyata yansıttığımızda aynı sonucu göreceğiz: Aynada gördüğümüz, kendi-için var olan edebiyattır.
Sanki Bilge Karasu'nun bile isteye kıyıda kalmasında (onun gibi sözgelimi Vüs'at O. Bener, Yusuf Atılgan ya da Oğuz Atay'ın da), egemenlik tutkusunu ortaklaşa dile getirenlerin etki alanının dışına çıkma isteğinin de payı epeycedir. Yazılagelenleri artık yazmak istemeyen, dolayısıyla kendi-için yazınsal yazının ne olduğunu arayan yenilikçi yazarların, sayıca hiç de az olmayıp 1950 kuşağından bugüne dek ayrı yollar ve kollar oluşturması edebiyatımızın bir an bile unutmaması gereken şansıdır. Yoksa büsbütün kendine kapanan edebiyatımızı bugünkü kuşaklar ne kadar aşabilecekti?
Bugün edebiyatımız Cumhuriyet'in ertesinde başlayan kuruluş sürecinde oluşturduğu egemen anlayışla kendini sınırlamayı başarabilseydi, yeni kuşaklara yalan söylemek zorunda kalacaktı. Dün doğru olan aynıyla bugün da doğru kalamaz. Adorno, edebiyatta gelenekselci, anlatıyla süregiden, gerçekçiliğin zanaatkârcısı, bezemeci edebiyatın "dünyanın anlamlı olduğu varsayımına dayanan bir sevgiyle kendini dünyaya teslim" edeceğini, demek yalan söyleyeceğini belirtiyor: "romanın nesne karşısında özgürleşmesini sınırlandırır ve onu röportaja benzemeye zorlar. İşte bu yüzden, Joyce romanın gerçekçiliğe karşı başkaldırısını söylemsel dile başkaldırıyla bağlantılandırmıştır."
Modernizm tarafından uğratıldığı değişim, roman sanatının yaşadığı ikinci büyük devrime karşılık gelir ki, ilki Stendhal, Balzac, Gogol ve Poe ile başlayıp Dostoyevski ile süren dönemde yaşanmıştır. Elbette dünyanın yükümlerinden kurtulup kendini tikel sorunlara ve bireyin iç dünyasıyla başkaldırısına adayan modernist roman, istese bile yalnızca bununla sınırlı kalamayacağını da gördü. Dil içindeki değişimi, ortak söylemin dışlanması ve her yazarın kendine özgü yazınsal dil arayışı ile taçlandı.
Geleneksel ve modernist roman
Dolayısıyla "Joyce'un girişimini eksantrik ve bireyci keyfilik olarak reddetmek, ikna edici olmazdı," diyor Adorno. Herkes için aynı ölçütlerin uygulanabilir olmaktan çıktığı yerde, modernist romanın yıkıcı devrimi insanın varoluş sorunsalının yeniden keşfedilmesini sağladı. O kadar ki, Dostoyevski'de de herkesin elinde yüceltilip içi boşaltılan psikoloji, "ancak zihinle kavranabilir karakterin psikolojisi", "özsel bir psikoloji" olarak anlamlıdır ve onun bugün de yeni bir biçimde okunmasını sağlayan özelliğidir.
Adorno bu yaklaşımını daha da önceyi örnek göstererek anlatır:
"Fielding'in Tom Jones'undan beri romanın aslı konusu, yaşayan insanlar ile taşlaşmış ilişkiler arasındaki çatışma olmuştur. Bu süreçte, yabancılaşmanın kendisi de estetik bir araç haline gelir roman için. Çünkü insanlar, bireyler ve topluluklar birbirine ne kadar yabancı olursa, birbiri için o kadar da bilmecemsi hale gelir." Böylece roman uzlaşım (konvansiyon) edebiyatı olmaktan çıkar, çelişki toplumun bağrından çıktığı gibi edebiyatın topraklarına girer.
Okurun bütün benliğiyle iç yaşamına, hikâyesine katıldığı geleneksel roman (Adorno en sahici halini Flaubert'de bulur) karşısında, okuru dışarıda, bazen çaresiz tutar modernist roman, ama kendisiyle aynı düzeyde bulunmaya da çağırır. Yaratım sürecini yazarın bıraktığı yerden alıp ileri götürmek, vereceği anlamlarla romanın anlam ağını yeniden dokumak düşüyorsa okura, bunun yepyeni bir yazısal ilişki olduğu açıktır. Geleneksel romanın ahlaki katılım çağrısı modernist romanda yazının ahlakınca örtülür: asıl olan yazılanın yazınsal değer ölçütleri bakımından tam olması ve dışarıdan gelecek etkilere karşı korunmasıdır.
Edebiyatta yenilikçi yönelişleri hep birer fantezi ya da özgünlük merakı olarak görmek, bir tür resmi edebiyat görüşüdür ki, eksik değildir. Edebiyatımızın ana akımına egemen olan anlayış yeniliklere resmi görüşün sopasını gerektiğinde nasıl göstermişse, öteki ülke edebiyatlarında da benzer durumlar her zaman olmuştur. Adorno'nun "Gerçeküstücülüğe Sonradan Bakış" yazısı bu bakış açısının gerçeküstücülüğü yorumlama biçimine de eleştiridir. Gerçeküstücülük de eksantrik değil, üstelik tamamıyla Avrupa'nın yaşadığı acı deneyimlerin ürettiği bir sanatsal gerçeklik olarak girdi insanların yaşamına. Olanca hınzırlığı içinde acıdan mürekkep bir dünyayı sarıp sarmalayarak... 

SEMİH GÜMÜŞ, Radikal Kitap

Hiç yorum yok: