02 Ocak 2010

BİYOGRAFİ - OTOBİYOGRAFİ

Kendi alanlarında ünlü olmuş, siyaset adamı, edebiyatçı, sporcu, bilim adamı, ses, sinema, tiyatro sanatçısı, gazeteci, ticaret adamı gibi kişilerin hayatlarını, neler yaptıklarını, ülke ve dünya insanlığına neler kazandırdıklarını, hayatlarının önemli başarılarını ve dönüm noktalarını bütünüyle anlatan yazı ve kitaplara biyografi (yaşamöyküsü) denir. Bir kişinin hayatını ayrıntılı olarak veren kişisel biyografi kitapları olduğu gibi, birden çok kişinin hayat hikâyelerini bir araya getiren genel biyografi eserleri de vardır. Örneğin antolojilerde, ansiklopedilerde, yıllıklarda birden çok kişinin biyografileri çok kısa olarak ana hatlarıyla verilir. Bu eserlerde ya da yazarın kitabının arka kapağında veya iç sayfasında yer alan biyografiler genellikle kısadır. Ayrıntıları atılmış daha çok doğum ölüm tarihleri, doğum yerleri, bitirdikleri okullar, çalıştıkları işler, yazdıkları eserler ve önemli başarıları anılmakla yetinilir. Her döneme, her mesleğe ve her millete ait kişilerin biyografilerini veren eserlere evrensel biyografi, bir millete ait kişilerin biyografilerini verenlere ulusal biyografi, bir bölgeye mensup kişilerin biyografilerinin toplandığı eserlere bölgesel biyografi, belli bir mesleğe mensup kişilerin yer aldığı eserlere meslekî biyografi, belli bir dönemde yaşayanların hayat hikâyelerinin verildiği eserlere de dönem biyografisi denir. Dönem biyografisine çağdaş insanların yer aldığı Who's Who? (Kim Kimdir?) adlı eseri gösterebiliriz. Biyografiler yazım tekniğine göre de farklılıklar arz etmektedir. Bunları kısaca şöyle sınıflandırabiliriz:
  • a. Bilimsel biyografi
Biyografik bilgileri kronolojik bir sıra içerisinde, alt başlıklar halinde, onun dönemi içindeki konumunu, getirdiği yenilikleri, gösterdiği başarıları, eserlerini, eserlerinin değişik özelliklerini eleştirel bir tutumla, belgelere, araştırma ve incelemelere dayalı olarak veren çalışmalara bilimsel biyografi ya da biyografik monografi denir. Bu tür eserlerde kişinin doğumu, yetişmesi, öğrenimi, çalışma hayatı, türlerine göre eserleri, eserlerinin önemi, şekil ve muhteva özellikleri, başarıları, ödülleri ve başka özellikleri bölümler halinde verilir. Bilimsel biyografi türüne şu örnekler verilebilir: Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser (1971); İsmail Parlatır,
  • b. Biyografik roman
Roman, hikâye gibi tahkiye kurgusu içerisinde, olay anlatımı üslûbuyla kişiyi bir roman kahramanı gibi olayların içindeki konumlarıyla sunan eserlere de edebî biyografi ya da biyografik roman denir. Biyografik romanlarda kişinin ruhsal ve fiziksel özellikleri, davranışları, duyguları, düşünceleri, tepkileri, tavır alışları, giyinişi gibi pek çok değişik özellikleri ayrıntılı olarak verilip bir anlamda onun portresi çizilir. Hayatı içerisinde canlı, yaşayan bir kişilik olarak sergilenir. Buna örnek olarak M. Emin Erişirgil'in Mehmet Akif /İslâmcı Bir Şairin Romanı (1956); Tahir Alangu'nun Ömer Seyfettin (1968) adlı eserleri verilebilir. Ayrıca Oğuz Atay'ın Bir Bilim Adamının Romanı (1975) adlı romanı da bu türün en iyi örneklerindendir. Yazar bu romanında hocası Mustafa İnan'ı merkez alarak bir dönemin idealist neslinin hayatını yansıtmıştır.
  • OTOBİYOGRAFİ (ÖZYAŞAM ÖYKÜSÜ)
Bireyin kendisi yani hayatı ile ilgili yazılı olarak bilgi vermesine dayanan bir tekniktir. Otobiyografide amaç: bireyin davranışlarının gerisinde bulunan ihtiyaçları ve tutumları tespit etmektir. Hayatının belirli zamanlarında ki kendi önem vurgusudur otobiyografinin tekniği. Bu anlatım sırasında olaylara karşı tutumunu, bunların oluşmasında rol oynayan geçmiş olaylara ve kişilere verdiği önemi yansıtmaktadır. Kişinin başkaları tarafından nasıl göründüğünden çok, onun kendisini nasıl gördüğünün önemli olduğunu belirtir. Şahıslara otobiyografi yazdırılırken iki türlü yol takip edilebilir:
  • 1.Kontrolsüz otobiyografi: Kişinin kendisi hakkında her konuda istediğini serbestçe yazabilmesidir.
  • 2.Kontrollü otobiyografi: Kişinin belli bir konu etrafında örneğin aile özgeçmişi ve ilgileri hakkında serbestçe yazabilmesidir.
Otobiyografi yazarken kişiler kendilerine aşağıda bulunan soruları yönlendirmelidirler -Kendinizi nasıl tanımlarsınız? -Size göre olumlu yada olumsuz olan yönleriniz nelerdir? -Sizi devamlı tedirgin eden sorunlarınız nelerdir? -Hayatınızda etkisi altında kaldığınız olaylar nelerdir? -İlgilendiğiniz konular nelerdir? -Ailenizin ve arkadaşlarınızın size nasıl davranmasını istersiniz? -Geçmişinizle ilgili neler söyleyebilirsiniz? -Geleceğe ilişkin planlarınız nelerdir?
  • BİYOGRAFİ ÖRNEĞİ:
  • NAZIM HİKMET
15 Ocak 1902'de Selanik'te doğdu. 3 Haziran 1963'te Moskova'da yaşamını yitirdi. Dedesi Mevlevi tarikatından Nâzım Paşa. Midhat Paşa'nın yakın arkadaşı. Babası Hikmet Bey, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) mezunu, Kalem-i Ecnebiye'ye bağlı bir memur. Annesi Celile Hanım, dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı. İlkokuldan sonra arkadaşı Vâlâ Nurettin'le birlikte Mekteb-i Sultani'nin hazırlık sınıfına yazıldı. Ailesi parasal sıkıntıya düşünce ertesi yıl Nişantaşı Sultanisi'ne devam etti. Dedesi Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiir yazmaya başladı. 1917'de Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girdi. 1919'da mezun oldu, Hamidiye Kruvazörü'ne güverte subayı olarak atadı. Aynı yıl kış aylarında daha önce yakalandığı zatülcenp hastalığı tekrar etti. Sağlık kurulu raporuyla 1920'de askerlikten çıkarıldı. Bu sırada hececi şairler arasında genç bir ses olarak ünlendi. Bahriye Mektebi'nden öğretmeni olan Yahya Kemal Beyatlı'ya hayrandı. Yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920'de Alemdar Gazetesi'nin düzenlediği yarışmada birincilik kazandı. Bu ödül ününü artırdı. İstanbul'un işgal altında olduğu günlerde heyecanlı direniş şiirleri yazdı. 1921'de arkadaşı Vâlâ Nurettin ile birlikte Ankara'ya gitti. İstanbul gençliğini milli mücadeleye katılmaya çağıran bir şiir yazdılar. Şiir çok beğenilince Bolu'ya öğretmen olarak atandılar. Bolu'da kalpaklı bu iki genç tepki gördü. Peşlerine gizli polis takıldı. Nâzım ile Vâlâ Nurettin Moskova'ya gitmeye karar verdiler. Batum üzerinden Moskova'ya ulaşıp "Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi"ne kaydoldular. Nâzım burada "serbest şiirle" tanıştı. İlk serbest şiirlerini yazdı. Bunlardan bazıları 1923'te Yeni Hayat, Aydınlık gibi dergilerde yayınlandı.

Üniversiteyi bitirince 1924'te sınırdan gizlice geçerek Türkiye'ye girdi. Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı. İzlendiğini anlayınca İzmir'e geçti. 1925'te Şeyh Sait isyanı nedeniyle başlatılan soruşturmalar sırasında gıyabında 15 yıla mahkum edildi. Tekrar yurtdışına kaçtı. 1926'da çıkan aftan yararlandırılmadı. Gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla 3 ay daha hapse mahkum edildi. 1928'de Bakü'de ilk şiir kitabı "Güneşi İçenlerin Türküsü" basıldı. Aynı yıl yine gizlice Türkiye'ye döndü. Yakalanıp Ankara'ya götürüldü. Kısa bir tutukluluğun ardından serbest kaldı. İstanbul'da Zekeriya Sertel'in yayınladığı "Resimli Ay" dergisinin yazarları arasına katıldı. 1929'da "Putları Yıkıyoruz" başlığıyla bir yazı hazırlayıp Abdülhak Hamid Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul gibi dönemin etkili şairlerine yönettiği saldırılar büyük ilgi gördü. "1929'da "835 Satır", "Jokond ile Sİ-YA-U", ertesi yıl "Varan 3+1+1=1" kitapları yayınlandı. 1930'da "Salkımsöğüt" ile "Bahri Hazer" şiirlerini Columbia firmasının girişimiyle plağa okudu. Plak halktan büyük ilgi görünce hakkında şiir kitapları nedeniyle dava açıldı. 1932'de "Benerci Kendini Niçin Öldürdü" ile "Gece Gelen Telgraf" kitapları basıldı. 1932'de "Kafatası", 1933'te "Bir Ölü Evi" adlı oyunları İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelendi.

1932'de bir bildiri nedeniyle başlatılan tutuklamalar sırasında gözaltına alındı. 1933'te Bursa Cezaevi'ne gönderildi. 5 yıl hapse mahkum oldu. Kısa bir süre tutuklu kalıp salıverildi. 1935'de Piraye Altınoğlu ile evlendi. Akşam gazetesinde "Orhan Selim" takma ismiyle fıkralar yazmaya başladı. Yine farklı isimlerle romanlar, oyunlar, operetler yazdı. 1935'te "Taranta Babu'ya Mektuplar" kitabı yayınlandı. "Unutulan Adam" oyunu şehir tiyatrolarında sahneye kondu. "Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı" kitabı 1936'da yayınlandı. 1938'de Harp Okulu öğrencilerini isyana teşvik suçlamasıyla bir kez daha tutuklandı. Ankara Cezaevi'ne kondu. 15 yıl hapse mahkum edildi. İstanbul Cezaevi'ne getirildi. Askeri Mahkeme'de de ayrıca yargılanıp bir 20 yıl hapse daha mahkum oldu. 1940'ta önce Çankırı ve sonra Bursa Cezaevi'de kondu. 10 yılı aşkın cezaevlerinde kaldı. Yayınlatamamasına rağmen sürekli yazdı. Serbest bırakılması için başlatılan çabalar sonuç vermedi. 1950'de açlık grevine başladı. Sağlık durumu iyi olmadığı için İstanbul'da Cerrahpaşa Hastanesi'ne kaldırıldı. 1950'de yürürlüğe giren af yasasıyla tekrar özgürlüğüne kavuştu. Piraye Hanım'dan ayrılıp cezaevinde sürekli ziyaretine gelen dayısının kızı Münevver Andaç ile evlendi. Doğan oğullarına Mehmed adını verdiler. Sürekli izlendiğini anlayınca tekrar yurtdışına gitmeye karar verdi. 1951'de Karadeniz yoluyla Bulgaristan ve Romanya üzerinden Moskova'ya gitti.

25 Temmuz 1951'de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Yurtdışında birçok uluslararası kongreye katıldı. Kitapları birçok dile çevrildi. 1959'da kendisinden 30 yaş küçük olan Rus Vera Tulyakova ile evlendi. 1963'te bir kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Moskova'da Novodeviçiy Mezarlığı'nda toprağa verildi. İlk şiirlerini hece vezniyle yazdı. Ama içerik bakımından diğer hececi şairlerden uzaktı. Toplumsal içerikli bir şiir kurdu. Moskova'daki yıllarında özellikle geleçekçiliğin önemli isimlerinden Mayakovski'nin etkisiyle hece veznini bırakıp serbest şiire yöneldi. "835 Satır" kitabı yayınlandığında büyük şaşkınlık yarattı. Ama Ahmet Haşim, Yakub Kadri gibi şairler ondan övgüyle sözetti. Kendisini izleyen genç şairler de serbest şiire yöneldi. 1936'ya kadar yayınlanan kitaplarıyla Cumhuriyet dönemi şiirinin değerlerini kökünden sarstı. "Şeyh Bedrettin Destanı"nda ise şiirini tam anlamıyla bir ulusal bireşime ulaştırdı. Divan ve halk şiiri söyleyişlerini, çağdaş bir şiir anlayışı içinde eritti. En önemli eserlerinden "Memleketimden İnsan Manzaraları"nı 1941'de cezaevinde yazmaya başladı. 2'nci Meşruriyet'ten 2'nci Dünya Savaşı'na kadar uzanan geniş bir zaman diliminin öyküsünü bu eserinde destanlaştırdı. Düzyazı, şiir, senaryo tekniklerinin iç içe kullanıldığı bu eser, yeni bir türün habercisi oldu. Şiir kitapları 1938'den 1965'e kadar Türkiye'de basılamadı. Ancak, ölümünden iki yıl sonra 1965'ten itibaren yayınlanabildi.

  • OTOBİYOGRAFİ ÖRNEĞİ:

Tek çocuktum. 60'larda 6'ıncı ayın 16'sında saat 6'yı 56 geçe, 06 trafik kodlu şehirde doğdum. Bu 6'lar hayat boyu peşimi bırakmadı. Can Bartu'dan ad takmışlar; adımı ve tutacağım takımı seçme şansım olmadı. Doğduğumda anayasa kabul edileli birkaç hafta olmuştu ve Menderes'in asılmasına birkaç ay vardı. Anayasayı 10 yaşıma gelmeden budadılar, 30'uma varmadan Menderes'in itibarını iade ettiler. Daha göbek bağımın ucu kurumadan evin önünden akan boklu dere taştığından bütün zıbınlarımı sel aldı; çıplak doğdum denilebilir. Annem babam memurdu. Annemin "daire"sinde, facit hesap makinalarıyla, DMO damgalı daktilolar arasında büyüdüm. Yandaki bina Tuslog'tu. Birtakım kızgın gençler üç günde bir gelip bağırır, çağırır, taşlarlardı. 68 kuşağıyla orada tanıştım. Usluydum. Sabah bir koltuğun üzerine bırakırlar, akşam gelip oradan alırlardı. Utanılacak kadar normaldim. Hiçbir oyuncağımı kırmadım, zil çalıp kaçmadım, Ayşegül'lerimi yırtmadım. Şimdi onları tek tek oğlum yırtıyor. Pazar'ları Ankara'da banyo günüydü. Koca odun parçalarıyla zor yanan kazanların kaynar sularında tuğla büyüklüğünde yeşil sabunları kafama yiye yiye yıkandım. Babamdan fiske yemedim, ama annem feci keseler ve vurdu mu çınlatırdı. Ulus'ta Santral Bebe'den giyinirdim. 5 yaşımda teyzem beyaz puantiyeli kırmızı gömleğimin üzerine maşrapayla su dökünce ilk kez intiharı düşündüm. Sonra vazgeçtim. 6 yaşımda feci bir trafik kazası geçirdim. Bir minibüs taklalar atarak geldi ve içinde bulunduğumuz Citroen'in üstüne çöktü. Arabanın motoru dizlerime bindi, kafam ön cama geçti. Alnıma çizili yara, alın yazısı değil, kaza kalıntısıdır. Bir yaşgünümde sünnet oldum. Sünnet davetiyemin üzerinde baltasıyla bir adam ve kenarda bekleyen kedi figürü vardı. "Maşallah" yazılı şapka giydim. 3-5 arabalık konvoyla kısa bir Ankara turunun ardından Hacı Bayram'a gittik. Tören Harita müdürlüğünün bahçesindeydi, ama aksilik işte, Haziran ortasında yağmur yağdı. Neyse ki top ve saat geldi de hediye, sevindim. 7 yaşımda beni Cuyibar Hanım'a teslim ettiler. "Hazırol" dediler, hazırolmuştum zaten. Resmimi çektiler. İlk gün ağladım, zamanla alıştım. O yaz yakama kırmızı bir kurdele iliştirdiler: Okumayı sökmüştüm. Dikmek, yıllarımı alacaktı. Diploma törenimin filmini yıllar sonra bir sınıf arkadaşım getirdi. Filmin sonundaki mahçup çocuğa bakakaldım.İlk şiirleri halam fısıldadı kulağıma... Nazım Hikmet'in "Seçmeler"ini getirip evde ulu orta okumaya başladı. Etraftaki tedirginlikten anladım bu işte bir terslik olduğunu... Az önce bir örneğini gördüğünüz devrik cümle alışkanlığım o zaman başladı. Ailece toplanıldığında günlerden Pazartesi ise ay çekirdeği ile Radyo Tiyatrosu dinlenir, "sair akşamlar" blum oynanırdı. Muhabbet varsa mutlaka pikapta Neşet Ertaş olurdu. Eniştem ya bağlamasının "döşünü" döve döve ve yanık yanık bozlak söyler ya da babamla muhtemel bir ayrılığa meydan okurcasına kenetlenerek halay çekerdi. Halay ekibinin üçüncü üyesi eksilmişti epey önce... Arada gece uzarsa rakıyı kapıp mezarlığa gittiklerini duyardım. Zamanla Samanpazarı'ndan bana da bir bağlama aldık. Lakin okulda mandolin dersi vardı. Şu meşhur kültür ikilemiyle pek küçük yaştan tanışmış oldum. Evde bağlamayı mandolin gibi çalmakla, okulda mandolini bağlama gibi çalmakla suçlandım. Arabesk hayatım böyle başladı. O yaz dayım nişanlısından ayrıldı. Bir gün anneannemin Altındağ'daki gecekondusunun bahçesindeki dut ağacının altına rakı sofrasını kurdu. Pikaba 45'lik bir plak yerleştirdi. "Bir Teselli Ver" çalmaya başladı. 30 yıl sonra belgeselini yapacağım adamla o zaman tanıştım. (Her iki anlamda da) iyi misket oynardım. Müselleste zayıftım, tumbada fena sayılmazdım. Bileklerim lak-lak'tan çürük içindeydi. "Marmaraspor"da mevkiim liberoydu. Kızlardan ürkerdim. Mahallede Şadiye diye mavi gözlü bir kız vardı. Şadiye diye dalga geçerlerdi. "Şad et"menin ne demek olduğunu anladığımda Şadiye'ler çoktan taşınmışlardı bile... Sezer Güvenirgil'e hastaydım. Koca bir defteri O'nun resimleriyle doldurmuştum. Cüneyt Arkın'a mektup yazıp resim istedim; "Fahrettin Cüreklibatur" imzalı bir kart geldi. Yıkıldım. Orduevinin açık hava sinemasında Jerry Lewis filmleri oynuyordu, Dışkapı'da Yılmaz Güney'in "erişte Western"leri... Ben ikincileri seviyordum. "Sevgili öğretmenim"i Ankara Sineması'nda, "Spartaküs"ü Büyük'te izlemiştim. İkisi de işhanı oldular şimdi.. 6O'ların sonuna doğru bir gün, "Pal sokağı"ndan arkadaşım Tayfun'la bizim evin yanındaki misafirhanenin camına burnumuzu dayayıp, içerde ışıklar saçan bir kutu gördük. "Pilli bebek" diye bir çocuk yürüyordu ekranda... şaşıp kaldık. Birkaç sene sonra o ışıklı kutu bizim eve de geldi. Geldiği günün akşamı Kebap 49'dan pide söylendi; özel bir durumla karşı karşıya olduğumuza hepten inandım. Epeyce zaman sonra o ışıklı kutunun içine daldım. Oğlum önce burnunu dayayıp camına bana baktı, sonra arkasına dolaşıp babasını aradı. 1973'de Batur'un jetleri öyle bir uçtu ki tepemizden, ev yıkılıyor sandım...Meğer o hiçbir şeymiş. Bir yıl sonra Ayvalık'ta tatil yaptığımız kampta "Savaş" alarmı verildi. Tanklar gelirken, insanların arabalara doluşup nasıl kaçtıklarını gördüm. Ürktüm. Doğan Kardeş'ten Hey dergisine, Neşet Ertaş'tan Demis Roussos'a geçmiştim. Kocabeyoğlu'nun altından Cat Stevens plakları alırdım. Yıllar sonra O'nunla Yusuf İslam olarak tanışınca bale öğretmenim imam olmuş duygusuna kapılacaktım. Bir süre "istekçilik" yaptım. "Camia "da namım yürüdü. Sonra "Kızlar yazışalım mı" türünden yılışıklıklara bulaştım bir ara... Yanıtlayanların çoğuyla yazıştık, bazılarıyla tanıştık. Yüzüm gözüm sivilcelenmeye başlamıştı. Çoğu kuşakdaşım gibi ilk seks derslerini Arzu Okay'dan aldım. En iyi parçalar Kerem sinemasındaydı, ama Şevket Kazan diye bir adam ikide bir sinemayı bastırıp filmleri toplattırıyordu. Aradan çeyrek asır geçti; ben çoluk çocuğa karıştım, Arzu Okay Fransa'da dükkan açtı, ama Şevket Kazan hala Adalet Bakanı'ydı. 15 yaşında "arkadaşlık teklif ettiğim kız" ("flört" sonradan geldi, "çıkmak" ondan da sonra... "yatmak" ağza bile alınmazdı) "Beni bir seks filmine götür" diye tutturdu. Başına bir şapka geçirip Sinema 70'e götürdüm. Gişede hemen farkettiler. Yine de içeri buyur ettiler. Sinemada en az 100 adam vardı. Çocuk boyunlarımızı yere devirip onların arasından geçerek arkada bize gösterilen locaya kurulduk. Parça yoktu. "Danıştay kararıyla" "İsveçli Bakire" oynuyordu, ama başrol oyuncusunun Türkiyeli muadili hemen arkada olduğu için salondakiler perde yerine locayı izlemeyi tercih ettiler. Kasılıp kaldık. Öpüşme daha edepli bir filmde kısmet oldu. Yıldız Kenter'in genç kızıyla birlikte Yunan mezalimine karşı direnişini hikaye eden bir film vardı. Laf olsun diye gitmiştik. "French kiss" neymiş orada anladım. Islandım. Öptüğüm kız, peşimden bizim liseye yazıldı. Geceleri uzun mektuplar yazıp, sabah oldu mu götürüp çantasına sıkıştırıyordum. O da kendi yazdıklarını bana veriyordu. Eve teyp alınınca O'na kasetler doldurmaya başladım. Prestij plaktan daha seri üretim yapıyordum. Bir "fan klüp" kurmuş, şiir yarışmaları, köylere kitap kampanyası gibi "sosyal faaliyetler" yürütüyorduk. Bayramlarda Kızılay postanesinin önünde buluştuğumuzda tebrik kartı tezgahlarında burnu sümüklü çocuk fotoğrafları görmeye başlamıştık. Genellikle fotoğrafın hemen altında, halamın yıllar önce gizliden gizliye kulağıma okuduğu şiirlerden birkaç mısra olurdu. O çocuklara üzülür, ama şiirleri severdik. Sonra bir gün okulun ön camına bir Hergün gazetesi asıldı. Manşette "Kızıllar kudurdu" yazıyordu. 1 Mayıs kana bulanmıştı. O günlerde Atatürk büstünün altındaki "Bağımsızlık benim karakterimdir" yazısı söküldü, yerine "Komünizm görüldüğü yerde ezilmelidir" yazısı asıldı. Gerisini hatırlamak bile istemiyorum. Hayatımızın en güzel yıllarını aldılar elimizden... Onları hiç affetmedim...

CAN DÜNDAR

28 Aralık 2009

2009 SEDAT SİMAVİ EDEBİYAT ÖDÜLÜ CEMİL KAVUKÇU'NUN

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından bu yıl 33’üncüsü düzenlenen 'Sedat Simavi Ödülleri'nde Edebiyat Ödülü’nü 'Angelacoma’nın Duvarları' isimli romanı ile Cemil Kavukçu kazandı. Ödül Töreni 11 Aralık Cuma günü gerçekleşti. CEMİL KAVUKÇU KİMDİR? 1951 yılında İnegöl'de doğdu. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü'nü bitirdi (1976). Öyküleri, 1980 yılından başlayarak çeşitli dergilerde yayınlandı. Cemil Kavukçu, son yılların en usta öykücülerinden. Küçük insanların dünyasını başarıyla betimlemesini, onların iç dünyalarını olanca derinliğiyle vermesini biliyor. Eleştirmen Fethi Naci, Cemil Kavukçu için “Elini neye değdirse öykü oluyor, tam bir anlatı ustası” diyor. Gerçekten de Cemil Kavukçu'nun öyküleri, sıradan insanları, sıradan yaşamları, küçük olayları alıp zengin dünyalar yaratıyor. Ayrıntılar ve diyaloglar (özellikle de kişiliklere özgü argo dil), onun öykülerinin vazgeçilmez öğeleri. Temiz, yalın bir Türkçeyle, kendi üslubunu yaratmayı başararak yazıyor Cemil Kavukçu. Bir başka deyişle, tutarlı bir dil ve üslup, bütün öykülerinde açıkça kendini gösteriyor. Okuru, öykünün içine çekip alıyor, sarıp sarmalıyor. Karşıdan değil, içinden okunan öyküler yaratıyor Cemil Kavukçu. Öykülerin bir kısmı da bir yap-boz'un parçaları gibi kırılıp yeniden bir araya geliyor. Son yıllarda tıkanır gibi görünen öykücülüğümüze yeni bir soluk getiren Cemil Kavukçu, 2000'li yıllarda da öykünün yollarında yürümeyi sürdürecek. ESERLERİ Patika adlı kitabıyla 1987 yılında Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü'nü kazandı. Yayınlanmış öykü kitapları: Pazar Güneşi (1983), Patika (1987), Temmuz Suçlu (1990), Uzak Noktalara Doğru (1995), Yalnız Uyuyanlar İçin (1996), Bilinen Bir Kitapta Kaybolmak (1997), Dört Duvar Beş Pencere (1999). İlk romanı Dönüş, 1998 yılında yayınlandı. ANGELACOMA'NIN DUVARLARI Kâğıt ya da tavla oynamadığım, sinemaya gitmediğim, yapacak hiçbir şey bulamadığım gecelerde, tek başıma pencere kenarındaki bir masada oturup çayımı yudumlarken, ilçenin en geniş ama o saatlerde ıssızlaşmış caddesine, solgun ışıklarına bakarken buraya ait olmadığımı, harcandığımı, kendimi kandırdığımı, hiçbir zaman ressam olamayacağımı, benim için yaşamın başka yerlerde olduğunu düşünürdüm. Güçlü olduğumu sandığım anda bile güçsüzdüm. Yapabileceğim bir şey yoktu. Bir filmin hem oyuncusu hem de izleyicisi gibiydim. Usta yazarımız Cemil Kavukçu, bu yeni kitabında kendi yaşamından bir kesiti anlatıyor. Bir yazarın çocukluk yıllarının, gençlik kıvılcımlarının o zorluklarla dolu, gene de tadına doyulmaz günlerini... Angelacoma'nın Duvarları'nda hem Kavukçu'nun yetiştiği şartları görecek, hem de şaşırtıcı bir ustalıkla yazılmış bir anlatı okuyacaksınız. Eski adı "Angelacoma olan İnegöl'ü ölümsüz kılan bir yapıt bu.

18 Aralık 2009

2009 'UN EN İYİ 50 KİTABI

New York Times gazetesi kitap eleştirmenleri, 2009'un en iyi 50 kitabını seçti. Listede Nobel ödüllü Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanı da var.Listeyi yapmanın kolay olmadığını, bu süreçte hata da yapmış olabileceklerini itiraf eden eleştirmenler, öykü dalında verilen eserlerin artmasından duydukları memnuniyeti de dile getiriyorlar. İşte çoğunlukla henüz Türkçeye çevrilmemiş kitaplardan oluşan, kurgu ve kurgu dışı dalında hazırlanan liste:

1. Amateur Barbarians, Robert Cohen

2. American Rust, Philipp Meyer

3. The Anthologist, Nicholson Baker

4. The Art Student's War, Brad Leithauser

5. Asterios Polyp, David Mazzucchelli

6. Await Your Reply, Dan Chaon

7. Both Ways Is the Only Way I Want It, Maile Meloy

8. The Casebook of Victor Frankenstein, Peter Ackroyd

9. Chronic City, Jonathan Lethem

10. The Confessions of Edward Day, Valerie Martin

11. Dearest Creature, Amy Gerstler

12. Do Not Deny Me, Jean Thompson

13. Don't Cry, Mary Gaitskill

14. Every Man Dies Alone, Hans Fallada, Michael Hofmann

15. Everything Ravaged Everything Burned, Wells Tower

16. Family Album, Penelope Lively

17. Follow Me, Joanna Scott

18. A Gate at the Stairs, Lorrie Moore

19. Generosity, Richard Powers

20. Half Broke Horses, Jeannette Walls

21. How It Ended, Jay Mcinerney

22. In Other Rooms Other Wonders, Daniyal Mueenuddin

23. Invisible, Paul Auster

24. Jeff in Venice, Death in Varanasi, Geoff Dyer

25. The Lacuna, Barbara Kingsolver

26. Lark and Termite, Jayne Anne Phillips

27. Let the Great World Spin, Colum Mccann

28. The Little Stranger, Sarah Waters

29. Love and Obstacles, Aleksandar Hemon

30. Love and Summer, William Trevor

31. The Museum of Innocence, Orhan Pamuk

32. My Father's Tears and Other Stories, John Updike

33. Nocturnes, Kazuo Ishiguro

34. Nothing Right, Antonya Nelson

35. Once the Shore, Paul Yoon

36. One D.O.A., One on the Way, Mary Robison

37. Sag Harbor, Colson Whitehead

38. A Short History of Women, Kate Walbert

39. The Sky Below, Stacey D'Erasmo

40. The Song Is You, Arthur Phillips

41. Too Much Happiness, Alice Munro

42. Typhoon, Charles Cumming

43. A Village Life, Louise Gluck

44. Wolf Hall, Hilary Mantel

45. The Year of the Flood, Margaret Atwood

46. The Age of Entanglement, Louisa Gilder

47. The Age of Wonder, Richard Holmes

48. Ayn Rand and the World She Made, Anne C. Heller

49. Born Round, Frank Bruni

50. The Case for God, Karen Armstrong

Kaynak: www.sabitfikir.com

27 Kasım 2009

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI - ÖZET

1923 yılı yeni Türkiye’nin kuruluşudur. Aydınlarımız , devlet adamlarımız ve yazarlarımız tarihimizde artık yeni bir dönemin başlatılması gereğine inanmışlardır . İşte 1923’te başlayan bu yeni anlayışı maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz.

*Hece ölçüsünü, yerli bir şiir ölçüsü olarak kullandılar.

*Halkın dertlerini, problemlerini ve Anadolu’nun güzelliklerini işlediler.

*Anadolu’da yaşayan efsane, masal ve mitolojiden yararlandılar.

*Halk arasında yaşayan her tür kültür unsurunu sanat eserlerinde işlediler.

*Bu dönem sanatçıları; maniler, türküler, halk efsaneleri, masallar ve halk sanatlarının unsurlarını topladılar.

*Bu dönemde roman, hikaye, tiyatro, gezi ve hatırat türlerinde de bir sadeleşme, kültür varlıklarımızdan yararlanma göze çarparken; roman ve hikayede gerçekçilik akımı ön plana çıkar.

*1940’a kadar olan dönem içinde, ( Ahmet Haşim, Yahya Kemal gibi ) bazı şairlerin aruz vezni ile sade şiirler yazdığını görüyoruz. Bazı şairlerimiz de kendilerine "Yedi Meşaleciler ve Beş Hececiler" gibi isimler vermiştir.

BEŞ HECECİLER

*Hecenin beş şairi adıyla da anılan bu sanatçılar milli edebiyat akımından etkilenmiş ve şiirlerinde hece veznini kullanmışlardır.

*Şiirde sade ve özentisiz olmayı ve süsten uzak olmayı tercih etmişlerdir.

*Beş hececiler şiire birinci dünya savaşı ve milli mücadele döneminde başlamışlardır.

*Beş hececiler ilk şiirlerinde aruz veznini kullanmışlar daha sonra heceye geçmişlerdir.

*Şiirde memleket sevgisi, yurdun güzellikleri, kahramanlıklar ve yiğitlik gibi temaları işlemişlerdir.

*Hece vezni ile serbest müstezat yazmayı da denediler.

*Mısra kümelerinde dörtlük esasına bağlı kalmadılar yeni yeni biçimler aradılar.

*Nesir cümlesini şiire aktardılar ve düzyazıdaki söz dizimini şiirlerde de görülmesi beş hececiler de çok rastlanan bir özelliktir.

*Beş hececiler şu sanatçılardan oluşmuştur:

Faruk Nafız Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç,

Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy ,

Orhan Seyfi Orhon

FARUK NAFIZ ÇAMLIBEL

(1898-1973)

*Şiire 1.dünya savaşında aruzla başladı. Daha sonra da hece vezniyle şiirler yazmaya başladı; fakat, heceyle şiirler yazarken aruzla de yazmaya devam etti.

*Duygu ve düşünceyi bir arada yürüten, romantik ve realist konu ve hayatları işleyen şiirleriyle ün yapmıştır.

*Şiirlerinde Anadolu’yu ve memleket sevgisini anlatır.

*Şiirlerindeki başlıca temalar aşk, hasret, tabiat, ölüm, kahramanlık ve ihtirastır.

*Dili sadece akıcıdır. Söz sanatlarına yer veren güçlü bir üslubu vardır.

ESERLERİ:

Han Duvarları, Dinle Neyden, Çoban Çeşmesi, Gönülden Gönüle, Bir Ömür Böyle Geçti,

Elimle Seçtiklerim, Heyecan ve Sükun

Tiyatroları: Özyurt, Canavar, Akın, Kahraman

ENİS BEHİÇ KORYÜREK

(1891-1949)

*İlk şiirlerini servet-i fünun etkisinde yazdı.

*Şiire aruz vezniyle başlamıştır.

*Hece ile yazdığı ilk şiirlerinde aşk duygularına yer vermekle beraber, daha sonra kurtuluş savaşı yıllarında milli duyguları ve tarihi kahramanlıkları işleyen heyecan yüklü epik şiirler yazmıştır.

ESERLERİ:

Miras ve Güneşin Ölümü adlı şiir kitabı vardır.

HALİT FAHRİ OZANSOY

(1891-1971)

*Şiire aruzla başlamıştır. Aruza veda adlı şiiriyle, aruz veznini bırakıp heceye yönelmiştir.

*Şiirlerinde çoğunlukla egzotik sahnelere, hüzün ve melankoli gibi bireysel duygulara, aşk ve ölüm temalarına rastlanır.

*Şiirlerinde konuşulan Türkçe’yi başarıyla kullanmıştır.

*Şiir, roman ve tiyatro türlerinde eserler vardır.

ESERLERİ:

Baykuş, Efsaneler, Cenk Duyguları, Hayalet.

YUSUF ZİYA ORTAÇ

(1896-1967)

*Yusuf Ziya da diğerleri gibi şiire aruzla başlamış daha sonra heceye geçmiştir.

*Şiirlerinde günlük hayatın çeşitli görünümlerini sade bir dille işlemiştir.

*Akbaba adlı mizah dergisini çıkarmıştır.

ESERLERİ: Akından Akına, Bir Rüzgar Esti, Yanardağ, Aşıklar Yolu.

ORHAN SEYFİ ORHON

(1890-1972)

*Şiire aruzla başlar daha sonra heceyle devam eder.

*Şiirlerinde daha çok şahsi konuları işler.

*Bazı şiirlerinde halk şiirinin şekillerini de kullanmıştır.

*Bireysel duyguları işleyen ,ahenkli,ve zarif şiirlerinde temiz duru bir Türkçe kullanmıştır.

*ESERLERİ: Fırtına ve Kar, Gönülden Sesler, Peri Kızı İle Çoban, O Beyaz Bir Kuştu.

YEDİ MEŞALECİLER

Yedi meşaleciler, milli edebiyatçıların gerçekten uzak, duygusal memleketçiliklerine karşı olarak doğarlar.

*Yedi Meşale adında ortak bir şiir dergisi çıkararak, Türk şiirine yeni bir ufuk açmaya çalıştılar.

*İlkelerini samimilik, içtenlik, canlılık ve devamlı yenilik şeklinde açıkladılar.

*Beş hececileri eleştirdiler ve onlara karşı çıktılar.

*Batı edebiyatını özellikle Fransız edebiyatını kendilerine örnek alıp, izleyeceklerini söylemelerine rağmen beş hececilerin yolundan gitmişlerdir.

*Topluluk şu sanatçılardan oluşmuştur:

Ziya Osman Seba, Sabri Esat Siyavuşlugil,

Kenan Hulusi, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret Solok, Muammer Lütfi ve Vasfı Mahir Kocatürk

ZİYA OSMAN SABA

(1910-1957)

*Şiirlerinde çocukluk özlemi, anılara düşkünlük, ev ve aile sevgisi, yoksul yaşamlara karşı utanç ve acıma, Allah’a kulluk , kadere boyun eğme, küçük mutluluklara yetinme ve ölüm gibi konuları işlemiştir.

*Hece ölçüsünü kullanmakla birlikte 1940’tan sonra serbest şiir yazmaya başladı.

ESERLERİ:

Şiir kitapları:Sebil ve Güvercinler, Geçen Zaman, Nefes Almak ;

Mesut İnsan Fotoğrafhanesi ise öyküsüdür.

GARİP AKIMI

*1940'ta Garipçiler adıyla çıkan topluluğun ortaya koyduğu bir sanat anlayışıdır.

* Şiirde her türlü kurala ve belirli kalıplara karşı çıkmışlardır.

*Şiirde ölçü, kafiye ve dörtlüğe karşı çıkmışlardır.

*Şiirde şairaneliği, mecazlı söyleyiş ve sanatları kabul etmediler.

*Süslü, sanatlı dile karşı çıkıp sade bir dil kullandılar.

*Şiirde o güne kadar işlenmedik konuları ele aldılar.

*Konuşma dili ile günlük sıradan konuları işlediler.

*İşledikleri konular günlük hayattan sıradan insanların problemleri, yaşama sevinci ve hayattaki bazı garipliklerdir.

*Halk deyişlerinden yararlanmışlar, toplumsal yergiye yer vermişlerdir.

Garipçiler: Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat Horozcu’nun oluşturduğu bir topluluklardır.

ORHAN VELİ KANIK

(1914-1950)

*Türk şiirinde iki arkadaşıyla birlikte büyük bir atılım yapmış, yeni bir anlayışın öncüsü olmuştur.

*1914'te arkadaşlarıyla birlikte yayımladıkları Garip adlı şiir kitabı ve yazdığı önsöz, Türk şiirinde günden güne donmuş olan eski değerleri yıkmış, şiire başka bir açıdan bakılmasını sağlamıştır.

*Şiire getirdiği ilkeler :

-Ölçüye baş kaldırıp serbest yazmak

-Kafiyeyi şiir için gerekli görmekten vazgeçmek

-Şairane duyuları, parlak görüntüleri şiirden silmek

-Şiiri hayal gücünün kapalı duvarlarından kurtarıp gerçek hayata çıkarmak, yapmacıksız tabii bir söylentiyle, günlük yaşayış içinde halktan insanları yakalamak.Her çeşit kelimeyi konuyu şiire sokmak, halk deyişlerinden yararlanmak ve toplumla ilgili yergiye yer vermek

ESERLERİ:

Şiirleri: Garip,Vazgeçemediğim, Destan Gibi , Yenisi, Karşı

Nesirleri: Sanat ve Edebiyatımız, Bindiğimiz Dal

OKTAY RIFAT HOROZCU

(1914-1988)

*Garip akımının temsilcilerindendir.

*Başlangıçta, yeni bir hava içinde, güçlü aşk şiirleri; toplumcu sanat ilkesinden hareketle halk deyimi ve söyleyişlerinden masal ve tekerlemelerden faydalanarak başarılı taşlamalar; sosyal şiirler yazdı. Perçemli Sokak adlı kitabıyla birlikte şiir anlayışında büyük değişiklik olmuş soyut şiire kaymıştır.

*Son şiirlerinde öz ve biçim yoğunlaştırmalarıyla estetik planda yeni ve güçlü bir şiir estetiği yakalamıştır.

ESERLERİ :

Şiirleri; Yaşayıp Ölmek, Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler, Güzelleme, Karga İle Tilki, Aşk Merdiveni, Denize Doğru Konuşma, Dilsiz ve Çıplak,

Koca Bir Yaz

MELİH CEVDET ANDAY

(1915)

*Garip akımının temsilcilerindendir.

*Şiirlerinde toplumsal gerçekliği inceler.

*Daha sonra ilk şiirlerindeki romantizmden sıyrılarak duygulardan çok aklın egemenliğine, güzel günlerin özlemine bırakır.

*Söz oyunlarında arınmış yalın bir dil vardır. Düz yazılarında ise yoğun bir düşünce, şiirsel, esprili, özlü bir dil vardır.

*Fıkra, makale, gezi, roman, tiyatro ve şiir yazmıştır. Çevirilerde yapmıştır.

ESERLERİ : Şiirleri: Garip, Rahatı Kaçan Ağaç,

Telgrafname, Yanyana.

Denemeleri : Çevirileri; İngiliz Edebiyatından Denemeler

Tiyatroları : Komedya, İçerdekiler, Gizli Emir.

Kaynak: www.adaminsitesi.com