"Alegorilerin söylemek istediği tek şey, anlaşılmaz olanın anlaşılmaz olduğudur. Bunu zaten biliriz. Oysa her gün baş etmeye uğraştığımız sorunlar bambaşka bir iştir." der Franz Kafka.
"Alegorilerin söylemek istediği tek şey, anlaşılmaz olanın anlaşılmaz olduğudur. Bunu zaten biliriz. Oysa her gün baş etmeye uğraştığımız sorunlar bambaşka bir iştir," der Franz Kafka. Söz etmeye çalıştığı, yalnızca metnin içindeki unsurların metnin kendisinden çıkarılarak tüm metinleri bir alegori olarak okumanın mümkün olduğu değil, aynı zamanda her okumanın kendi içinde bir alegoriye dönüştüğü ve başka okumaların hedefi haline geldiğidir. Kendi alegorisine dönüşen yapıt asla bitmez, dini, siyasi, mitolojik, kültürel okuma biçimlerine açılır ve okuruna pek çok kapı aralar. Simgecilik, deneyimi düşünceye, düşünceyi de bir imgeye çevirir; imge aracılığıyla anlatılan düşünce hep devinim içinde ve ulaşılmaz kalır ve her dilde anlatım bulmasına rağmen anlatılamaz olur.
Alegori ise deneyimi kavrama, kavramı da bir imgeye çevirir; kavram hep tanımlanmış ve imge aracılığıyla anlatılabilir, Goethe'nin tanımıyla. Kesinlik isteyen ve arayan bir çağın ya da toplumun edebiyattan beklentilerine cevap vermek üzere geliştirilmiş bir yöntemdir alegori. Bir belirlenemezlik, muğlaklık bilinci karşısında zihni aydınlatması, tekinsizlik ve tedirginliğe panzehir sunması beklenir. Anlaşılmazı anlaşılır kılmak, yeniden canlandırma yöntemiyle kısmen mümkündür. 2003 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Güney Afrikalı yazar J. M. Coetzee, eserlerinde alegoriyi kullanmayı seçen ve başarıyla uygulayan bir romancı. Bu nedenle onun metni, hem kapalı ve sonlu, hem de açık uçludur. Sonlanır ve bir yere bağlanır ama okuyanda daima devam eder, Kafka'nın romanları gibi.
Güney Afrika gerçekliği
Irkçı rejimler ve kapitalizme karşı insandaki yabancılaşmayı, dönüşümü, sinikliği ve kinizmi anlatırken bir yandan da kaçışı, kurtuluşu ve anlamsızlığa anlam arayış çabasını gösteren Coetzee, kimi kez kafkaesk diye adlandırdığımız sembolik ve imgesel bir yapı kurar. Kurgusal olmasına karşın gerçekliğin izdüşümünü, tüm siyasi ve ideolojik sistemlerin alegorisini sunar romanları. Yıllarca sulh yargıçlığı yapan bir adamın zaman içinde değişen duyguları, kurbanlara karşı sempati beslemeye başlaması ve hapse düşüşünü anlattığı başyapıtı Barbarları Beklerken ezen ile ezilenin bir alegorisidir. Güney Afrikalı bir beyaz olmasına karşın Coetzee'nin orada yaşanan ırkçı rejime içrek şiddetten bağımsız kalması, mesafe alması elbette mümkün değildir. Hem şiddete içrek her tür uygulamadan uzaklaşmak hem de, 19. yüzyıl alegorik romancıları gibi, kapitalizme eşlik eden pozitivist mantığın körelttiği duyguları, rasyonalizmin öngördüğü yıkıcı insan ilişkilerini ve insanların karşı karşıya olduğu bu trajediyi okuruna anlatmak ister. Coetzee'nin romanlarında kurduğu ikilemler, ırk ayırımı ve sömürgeciliğin pençesindeki Güney Afrika gerçekliğinden temellenir, ama bireyin böylesi bir toplum içindeki yabancılaşması ve umarsızlığının derinliklerine yönelir. Bu çelişkiyi aşabilmek için alegoriyi kullanır; olayları tarihi süreçleri içinde canlandırır ve bu alegori eserlerinde, okurunu şok eden bir üslupla belirir. Nadine Gordimer'in (Ki Coetzee, Gordimer'den sonra Nobel alan ikinci Güney Afrikalı edebiyatçıdır), bir makalesinde belirttiği gibi, yazarın alegoriyi bilinçle seçmesi başka bir şeydir, alegorinin gelip yazarı seçmesi başka şey. İlkinde kimi zaman eski efsane, sihir ve ahlâk kökenlerinden bağlarını gevşetmiş alegori havada kapılıverir ve hayalgücünün sığ ve sıradanlığını örtüp gizlemek ya da anlaşılmaz bir nedenle, yazarla konusu arasına mesafe koymak için kullanır. İkincide ise alegori, yazarca amaçlanmamış olan ama kitap yazılıp bittiğinde onda, orada var olan bir anlam belirişidir. Coetzee'de iki biçim de görülür. Gerçek ile kurgu arasına mesafe koyma amacıyla kullandığı alegori, yapıtına anlamını da kazandırır.
Gordimer'in yazdığı gibi, Barbarları Beklerken adlı romanı kuzey kutbuysa, acılar içindeki siyah yazarların slogancı kitapları güney kutbudur. Bu iki kutup arasında yalanlardan oluşan bir dünya vardır ki işte bu dünya, Michael K'nın yaşamı ve çağıdır.
Coeetze'ye 1983 Booker Roman Ödülü'nü kazandıran Michael K: Yaşamı ve Yaşadığı Dönem'de, hem bedensel hem de ussal bakımdan ayrıksı bir karakterin, anlayamadığı ve denetleyemediği koşullar karşısındaki trajik ikilemi söz konusudur. Siyah ya da beyaz olsun, kendi çocuklarını bağımlılara, asalaklara ve mahpuslara dönüştüren, kurban olduklarının bilincine varmalarını önleyesiye onları sindiren Güney Afrika'nın hüznünü ve acısını, didaktizme düşmeyen bir etikle ördüğü bu romanın kahramanı Michael K, Franz Kafka'nın, çektikleri acının anlamını bulamayan karakterlerinin soyundan gelir.
Cape Town'da hizmetçilik yapan bir kadının oğlu olan Michael K, yüzünde sümüklüböcek gibi kıvrık, silinmez bir işaret ile doğar; doğduğu an kaybedilmiş bir savaştır yaşam. Ayrıksı bedeniyle gün günden kabuğuna çekilir, insanların yüzlerinde kendisine ilişkin gördüğü tiksinti karşısında giderek sinikleşir ve her türlü iletişimi keserek kendisini toprağa adar.
Dostoyevski'nin sığ insanları kadar Kafka'nın Bay K'sını anımsatan, kendini "bağırsakta uyuklayan bir parazit" olarak tanımlayan Michael K'nın büyüyüp gelişimine roman boyunca tanıklık ederiz, ancak onun yabancılaşması tıpkı, yabancılaşma süreci böceklikle simgelenen ve kurumuş bir böcek ölüsü olarak süpürülünceye kadar nesneleşmesi süren Gregor Samsa'nınki kadar bitimsiz ve acılı bir süreçtir. Sürecin bitimsizliği, metni açık uçlu kılar; ideolojinin içinden çıkan ve insanlığın kültürel hafızasında daima yaralara neden olan bu evrensel sorun sonlanmadığı takdirde hiçbir metin de bitmeyecektir.
Suskun antikahramanlar
Kiniklik derecesinde sessiz, tarihi umursamayan, bir antikahramandır Michael K. Güney Afrika'daki aparteid uygulamaları üzerine gözünü budaktan sakınmayan, son derece duyarlı ve sert politik romanlar yazan Coetzee'nin kahramanları ve onların hikâyeleri bu amaçtan ayrışır nedense. Örneğin Utanç'ta, bir kız öğrencisiyle girdiği ilişki sonucu okulundan ayrılmak zorunda kalan Profesör Lurie, kendisini savunmaktan kaçar. Oysa tümüyle arkadaşlarından oluşan jüri bu suçu örtbas etmeye hazırdır. Lurie, suskun kalarak yargılama olgusunun ve kabul gerçeğinin altını üstüne getirir. Ardından bulunduğu kentten ayrılır ve tıpkı Michael K gibi bir çiftliğe gider. Coetzee'nin roman kahramanları, herkes kadar sıradandır ama Hasan Bülent Kahraman'ın belirttiği gibi, "bütün o iç acıtan, her şeyi bir varoluş sorunsalı olarak irdeleyen" bu kahramanlar tepeden tırnağa politik romanlara hizmet ederler. Evet onlar suskundurlar, bu halleriyle yürek acıtan bir umarsızlığa sahiptirler. İşte tam da bu zamanlarda yapıt konuşmaya başlar. Alegorinin ortaya çıktığı yerdir burası. Michael K tek bir insandır ama aynı zamanda Güney Afrika'nın tüm siyahlarıdır; Auschwitz'in, Gulag kamplarının ve ağır bir utanca meyyal tüm imha kamplarının tutsak kıldığı, yok ettiği insanların ortak sesidir; bedensel farklılığı nedeniyle dışlanan tüm ötekilerdir. Sadece ırkçılığa ve sömürgeciliğe karşı çıkmakla kalmayıp bu uygulamaların uygarlığın kör noktası olduğunu gösteren Coetzee, suskun ve çözüm önermeyen kahramanları nedeniyle eleştirilir. Ama onun tek derdi, kendi kimliğinin, yani Batılılığın veya modern insanlığın ve öznelliğin eleştirisini yapabilmektir. Robinson Cruose'un öyküsünü bir kadının bakış açısından ele aldığı Düşman'da, romanın anlatıcısı, Cuma'nın dilinin öyküsünün anlatılamaz bir öykü olduğunu söyler. Çünkü gerçek öykü dilsiz olan Cuma'nın içine gömülüdür. Ve gerçek öykü, bir sanatın yardımıyla Cuma'ya bir ses vermenin yolunu bulana kadar da bilinmeyecektir. Michael K'nın sesini okur verir; onun yerine bağırmak ister. Çalışma kampındaki arkadaşlarından birinin dediği gibi uyanmasının zamanı gelmiştir artık. Oysa uyanmak, toprağı ekip biçmek, canlı tutmaktır Michael K için. Çünkü o bir bahçıvandır:
"Bahçıvanlığı, en azından bahçıvanlık düşüncesini ayakta tutmaya yeterli sayıda insan kalmalı geride. Çünkü bağ bir kez koptu mu toprak katılaşır ve çocuklarını unutur."
Kapitalistleşmenin ardındaki uğursuz gölgeyi gören ama bu uğursuzluğu ileteceği okurun da aynı düzenin bir parçası olduğunu bilen Coetzee, vahşi kapitalizme karşı, toprağın sağladığı varoluşun tek kurtuluş olduğunu ortaya koyar bu romanıyla. 'Ulusal alegori' kavramının önemli düşünürü Fredric Jameson'ın dediği gibi, insanlar dünyanın sonunu tahayyül edebilir ama kapitalizmin sonunu tahayyül edemez çünkü...
Türkçede J. M. Coetzee
Düşman, çeviren: Nihal Geyran Koldaş, Adam Yayınları, 1990.
Demir Çağı, çeviren: Şamil Beştoy, Alan Yayıncılık, 1993.
Utanç, çeviren: İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2001.
Petersburglu Usta, çeviren: İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2003.
Romancının Romanı, çeviren: E. Efe Çakmak, Can Yayınları, 2004.
Barbarları Beklerken, çeviren: Dost Körpe, Can Yayınları, 2006.
Yavaş Adam, çeviren: Dost Köpre, Can Yayınları, 2006.
Michael K. Yaşamı ve Yaşadığı Dönem, çeviren: Tülin Nutku, Can Yayınları, 2006.
Hande Öğüt
Radikal Kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder