Türk öykücülüğü öteden beri zengin bir anlatı geleneğine dayanır. Geleneğimizde eski ve önemli bir yere sahip olan hikâyeler İslamiyet öncesine kadar gider. Bu dönemdeki destanlar ve Şaman ozanların anlattıkları bu türün ilk örnekleri olarak gösterilirken, öykü geleneğimizin asıl kaynaklarının Dede Korkut'tan başlayarak yazılı halk ve divan edebiyatının manzum ve mesnevi tarzı hikâyeleri olduğu varsayılır.
Bugün öykü yazmaya başlayan genç bir yazarın bu gelenekle ilişkisi, kuşkusuz ki, yok denecek kadar sınırlıdır ve çağdaş anlamda öykücülüğümüzün tarihi çok kısadır. Ama Türk öykücülüğü bu kısacık tarihinde azımsanmayacak atılımlar gerçekleştirmiştir. Halit Ziya Uşaklıgil'le başlayan yenilikçi Türk öykücülüğünün bugün vardığı nokta henüz tam anlamıyla değerlendirilmemiş olsa da, edebiyat türleri içinde kendine sağlam bir yer edindiği yadsınmaması gereken bir gerçektir.
Gelenekten kopuş Nabizade Nazım'ın 'Karabibik' adlı uzun öyküsüyle başlamıştı, ama yeni öykü anlayışının başlangıcında duran Halit Ziya'dan sonra öykücülüğümüz sürekli bir arayış içinde olmuş ve birbiri ardına çıkan öykücüler yenilikçi tutumlarıyla dikkat çekmişlerdi. Ömer Seyfettin'den başlayıp A. Hamdi Tanpınar'a uzanan bu yenilikçi çizginin kırılma noktası olan Sabahattin Ali ve Sait Faik ise köktenci değişimin öncüleri olmuşlardı.
Bugün kısa öykü yazan yazarların sayısı oldukça artmıştır. Öykünün az satılıp az okunmasına karşın, öyküye ilginin bu ölçüde artması bir rastlantı değildir. Belli kültürel, yenilikçi güçlerin bu süreci başlattığını varsayarsak, gerçekten önemsenmesi gereken bir zenginliğin öykücülüğümüzü devindirdiğini ve öykücülüğümüzün son çeyrek yüzyılının hep yeni açılımlarla sürdüğünü söyleyebiliriz. Bu dönemde, hem gelenekle hem de edebiyatın kendisiyle bir hesaplaşmaya girişen tutumların öne çıkmasının yanı sıra, klasik öykü anlayışına yakın duran, hatta bunu ısrarla sürdüren tutumlar da olmuştur, ama hiç kuşku yok ki, öğreneceğimiz her şeyi öğrendiğimiz eski anlayışlar bile yetenekli ellerde her zaman varlıklarını koruyacaklardır.
Deneysel arayışlar
Edebiyatımızda öyküye köktenci değişimler getiren Sabahattin Ali ve Sait Faik kendilerinden sonra gelen öykü yazarlarının üstündeki etkileri güçlüdür. Bu yazarlar geleneklere son derece bağlı öykücülüğümüzü etkilemeye başlayana kadar da önemli öykü yazarları çıkmıştı. Ama bu kırılma noktası öykücülüğümüzü bir arayışa yöneltmişti. Vüsat O. Bener, Bilge Karasu, Sevim Burak gibi yazarların öncülük ettiği ve Türk öykücülüğünün yazgısını tamamen değiştiren bu arayış, özgürlüktü. Klasik öykünün egemenliği bu dönemde sona ermiş ve Türk öykücülüğü bu dönemden sonra daha güçlü kuşaklarla yazın serüvenine devam etmiştir.
'50 Kuşağı' öykücülüğümüze yeni açılımlar getirmişti. Bu dönemde öykücülüğümüz hem yeni anlatım biçimlerine yönelmesiyle hem de geleneksel anlatım biçimlerini kullanarak yeni çağrışımlara yol açacak yöntemleri kullanmasıyla yeni bir kan kazanmıştı. Oğuz Atay, Ferit Edgü, Demir Özlü, Erdal Öz, Hulki Aktunç ve adını saymadığım pek çok yazar alışılmadık konulara el atmış, yeni deneyselliklerle öykücülüğümüzün devinimini hızlandırmışlardı. Ardından gelenlerin pek çoğu da bu kuşağın etkilerini farklı biçimde taşımış, ama 1980'den sonra öykücülüğümüz bir suskunluk dönemi yaşadı. Kuşkusuz bunun pek çok nedeni olabilir. Ülkemiz bir karanlık dönemden geçmiş ve yüz binlerce insan işkenceden geçirilmiş, toplumsal çöküntü bulaşıcı bir hastalığa dönüşmüştü. Bu dönemde bireyin kendi iç sesini dinlemeye gereksinimi vardı. Öyle ki, seksen travmasını yaşamış olan genç yazarlar çıkışlarını bu yolla yaptılar. Kulağa biraz burnu büyük gelse de, kendisiyle meşgul bireylerin doğal dünyalarının anlatıldığı bu öykülerde, kesinliklerden uzak zihinsel karışıkların yarattığı bir dünya görülüyordu. Seksen ve doksan kuşağı olarak anılan öykücülerimizin bazıları, günlük yaşamın güçlükleri ve tüketici etkileri içinde sıkışıp kalmış bireyi anlatırken öykülerindeki en önemli öğeler suskular olmuştu.
Bu dönemde en dikkat çekici olan, gerçekçi anlatının başlangıç-düğüm-çözüm düzenini dikkate almayışıydı. Elbette bundan önceki öykücülerin kimi de bunu yapmıştı ama '50 Kuşağı'nın ardından gelen öykücülerin kimileri aynı zamanda öykünün kurmaca bir oyun olduğunu da göstermiş oluyordu. Bu yönelimler parçalı anlatımlarıyla, zaman kavramıyla daha çok oynamalarıyla ve farklı türlerden yararlanmalarıyla ve üstkurmaca tekniğiyle de öne çıktı.
Batı da 1960'larda ortaya çıkan postmodernizmin Türkiye'deki yansıması olan bu anlayış, roman ve öykü türünün anlamdırmasını da güçleştirdi. Birbirinden ayrı gibi görülse de son kuşak yazarların ortak bir yönü vardı: Tarihi, gerçekçiliği, yerleşik gelenekleri sorguluyor, eleştiriyordu. Birey ve toplum arasındaki bağ gevşedi, hatta koparıldı. Bu anlayış, bir bakıma hiyerarşiye karşı olmaktı. Tüm bu gelişmeler yaşanırken, kendilerini hâlâ ideolojilerin baskısı altında hisseden ve bu doğrultuda öyküler yazan öykücülerimiz de varlığını güçlü bir biçimde sürdürüyor.
Bugün öykücülüğümüzün hem geçmişe bağlanması hem de genç kuşağın yarattığı birikim açısından gösterdiği aşama her zamankinden daha verimli ve renkli bir yapı sergiliyor. Öykücülüğümüzde yapılacak buluşlar ve ulaşılacak yenilikler merakla bekleniyor. Ama Türk kısa öykücülüğünün ayrılmaz bir sorunu haline gelen ve endişe verici olan, eskiye duyduğu özlem ve eskiyle kendini sınamaya kalkışmasıdır. Oysa yaratıcı açısından verimli yöntem, doğal olanıdır.
İNAN ÇETİN, Radikal Kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder